Selma Kavurmacıoğlu
Akıl ve Erdem Yazıları-1
“Ancak gerçek manada varolabilen insan, hakikatin bilgisine ulaşabilir.” ilkesinden hareket eden kadim gelenekler, varolma biçiminin bilme melekelerini ve süreçlerini belirlediğini vurgulamışlardır. Buna göre gerçek bilgiye, ancak gerçek manada varolmaya başladığımız zaman ulaşabiliyoruz. İbrahim Kalın’ın Küre Yayınları tarafından yayımlanmış “Akıl ve Erdem”adlı eserinde ileri sürülen ana tezlerden biri, bu önermenin sadece bireyler için değil kolektif yapılar, toplumlar ve gelenekler için de geçerli olduğu noktasında.
Yine “Bir tarafta sağlam ve derin kökleri olan ve böylece dünyada bir vorolma noktası bulunan, diğer tarafta açık ufuk perspektifiyle dünyaya bakan ve yeni imkânlara kapı aralayan bir özne olmak mümkün müdür?” sorusu “Akıl ve Erdem”in cevabını bulmaya çalıştığı temel sorunsallardan biri olarak karşımıza çıkmakta. Yazar, bu hedefe ulaşmak için muhasebe ve inşa düzlemleri arasında sürekli ve dinamik bir ilişkinin olması gerektiğine dikkat çekmekte, tek başına muhasebenin sadece aynaya bakmamızı sağlayacağını, fakat asıl ve önemli olanın aynadaki sureti gördükten sonra “Ne yapmalıyız?” sorusuna cevap niteliğinde bir fikrimizin ve “yapmamız gereken şey” hususunda sağlam bir irademizin olması gerektiğine vurgu yapmakta.
Aydınlanmanın ve Türk modernleşmesinin muhasebesini yaparken inşa sürecine zemin teşkil edebilecek temel meselelerin ortaya konmaya çalışıldığı ilk bölümde öncelikle “toplumsal muhayyile” kavramının hem İslam düşünce geleneğindeki hem de modern düşüncedeki köklerine inen yazar, toplumsal muhayyilenin bir toplumun ve milletin varlık karşısındaki temel tutumlarını, önermelerini, hissiyatını ve tercihlerini temsil ettiğini bunun yanında birlikte düşünmek ve birlikte hissetmek anlamlarını da çağrıştırdığına ifade ediyor. Yine yazara göre farklı bilme türleri arasında epistemik bir bütünlük öngören toplumsal muhayyile, bir tarafıyla “kök”lere yani tarihe ve geleneğe dayanan öbür tarafıyla geleceğe dönük “açık ufuk” özelliğiyle kapalı bir sistem değildir ve doğal olarak gelişmeye ve tekâmüle açıktır. Nitekim gelenek “gelen-e-ek”, geçmişin tekrar edilmesi değil, derin köklere sahip yaşayan bir organizmanın yeni ufuklara doğru yükselmesi ve hayatiyetini devam ettirmesidir.
Kriz dönemi ideolojisine dayanarak kurulan Cumhuriyet’in elitlerinin devlet ve milletin ancak Avrupalılaşarak ayakta kalabileceğine dair inançları, modernleşme tarihinin en radikal, merkeziyetçi ve radikal programının uygulanmasına sebebiyet vermiştir. Tepeden inmeci modernleşme ülküsünü benimseyen kadroların zecri tedbirlere başvurmakla kalmayıp aynı zamanda Osmanlı medeniyet havzasının ve geniş Anadolu coğrafyasının din ve millet kodlarını yüzeysel ve öykünmeci bir Batı bilgisiyle yeniden inşa etmeye çalıştıklarını ifade eden yazar, “Hükümet”in bu zecri modernleşme projesinin nasıl baş aktörü hâline geldiğini 50’li yıllarda köye gelen bir kaymakamı gören çocukların “Kaçın, hükümet geliyor!” diye bağırmalarını örnek göstererek müşahhaslaştırmaya çalışıyor.
Bu travma hâlinin bir türlü yerli yerine oturtulamayan iki büyük kavramı iki büyük korku unsuru hâline getirdiğini ifade eden yazar, bunlardan ilki olan “din”in yerine Avrupa medeniyetinin, ikincisi olan “millet”in yerine ise etno-seküler Türklüğün konması için gerek yeni tanımlamaların yapılması gerekse yeni kurumların tesis edilmesi noktasında ne gerekiyorsa yapıldığını söylüyor.
Türkiye’nin batılılaşma serüvenini, Osmanlı’nın son döneminden bu yana bir kendini arama ve kendisiyle barışık olamama mücadelesi olarak tanımlayan yazar; süreci, “kendisi olmaktan vazgeçen ama bir türlü başkası da olamayan bir milletin modernleşme çabası, modernliği ve çağdaşlığı şekle indirgemiş, bu da şekilciliği Türk modernleşmesinin asli unsurlarından biri hâline getirmiştir.” diyerek özetliyor.
Avrupa aydınlanmasının ve vulgar modernleşmenin yüzeysel okumalarına dayalı çarpık düşünce adaptasyonlarının Türkiye’nin varlık, evren, tabiat, akıl, bilim gibi konularda kendine ait özgün fikirler ortaya koymasını imkânsız hâle getirdiğini düşünen yazar bu konularda yapılacak muhasebenin ancak inşa ile tamamlandığında amacına ulaşacağına inanıyor.
Türkiye’nin yeni toplumsal muhayyilesinin unsurlarının nelerden oluşacağının ele alındığı İnşa bölümünde ilk olarak “Kozmik Düzen, Erdemli Toplum ve Siyaset” başlığı altında Farabi, İbn Arabi gibi düşünürlerin görüşleri doğrultusunda erdemli toplumun tanımı yapılıyor ve erdemli toplum olma şartları dile getiriliyor. Bu bölümde tarihteki bütün şehirlerin dinî bir inşa sürecinde ortaya çıktığına değinen yazar bu manada İslam Tarihinin, Mekke ile başlayıp Medine ile devam eden şehirleşme tecrübesini sonraki süreçlerde de kesintisiz devam ettirmesiyle “şehirleşme tarihi” olarak da okunabileceğini ifade ediyor. Modern dönemde şehirleşme ile sekülerleşmenin eş anlamlı hâle gelmesini sadece İslam için değil, bütün dinler için bir meydan okuma olarak değerlendiren yazar, buna rağmen son on yıllarda yaşanan yeni şehirleşme ve dindarlık tecrübesinin sekülerleşme teorisini büyük ölçüde işlevsiz hâle getirdiğini iddia ediyor ve bunu “Dinler yeni şartlara hızla adapte olabilme özelliğine sahiptir.” diyerek gerekçelendirmeye çalışıyor.
“Varlık Tasavvuru”nda varlığın maddeye indirgenmesinin onun fiziki gerçekliğini anlamamızdan çok tabiat üzerinde hâkimiyet kurmamıza yarayan bir unsura dönüştü(rüldü)ğünden bahseden yazar, bizi senteze ulaştırmayan hiçbir analizin kendi başına eşyanın hakikati hakkında bize doğru ve tutarlı bilgi veremeyeceğini, analiz için parçalar(ın)a ayrılan, kesilip biçilen bir nesnenin (yahut konunun, tarihin, insanın) yine aslına irca edilerek bir bütün hâlinde ele alınması gerektiğini ifade ediyor. Burada klasik İslam düşünce geleneğinde varlığın varolan şeylerin toplamından daha fazla bir şey olduğunun kabul edildiğine işaret ediyor.
Yine klasik İslam düşüncesinde bütün varlıkların kendi mertebelerinde birbirleriyle irtibat hâlinde olduklarının kabul edildiğini hatırlatan yazar, bu irtibatı anlamadan varlık dairesinin mensupları hakkında sağlıklı bilgiye sahip olmanın mümkün olmadığını düşünüyor ve eşyanın hakikatinin, sahip olduğu fiziksel özelliklerinin yanı sıra bu ontolojik ilişkilerde ve işlevlerde ortaya çıktığını kabul ediyor.
Aydınlanma Avrupası’yla geleneğin özgürlüğe bakışındaki farklılıkların ortaya konduğu ve Batı’nın vadettiği ve verdiği sınırsız özgürlük(ler)le aslında dünyanın nasıl yaşan(a)maz bir gezegen hâline getirildiğinin anlatıldığı “Anlam, Akıl ve Özgürlük” bölümünde yazar, seçme hürriyetini modernitenin en temel özelliği olarak ifade ediyor. Hegel ve onu takip eden Weber’e göre tercihlerin artması özgürlük alanının genişlemesi olarak görülürken buradaki temel noktanın “neyi seçtiğimiz değil bir şeyi seçiyor olmamız” olduğu altı çizilen bir husus olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü Weberyan manada seçimin ne yönde olduğunun, nasıl bir muhtevayı kapsadığının hiçbir önemi ve anlamı yoktur. Modern özgürlük anlayışının muhteva ile ilgilenmeyip ahlaki hüküm vermemesini eleştiren yazar tam da bu noktada geleneğin özgürlüğe değil anlama vurgu yapan özelliği ile bireyin özgür olmasından önce anlamlı bir hayat yaşamasını öngördüğünü ifade eder. Hatta bireysel ve toplumsal yaşama anlam kazandırmak için geleneğin özgürlükleri kısıtlama yoluna gitmesini onaylar.
Rasyonalite ve aklın sınırları sorununa bir cevap bulabilmek için modernitenin diğer temel unsuru olan rasyonalite kavramına bakmak gerektiğini söyleyen yazar, bunun bizi özgürleştiren süreçle rasyonaliteye ulaştıran mekanizmalar arasındaki yakın ilişki sebebiyle gerekli olduğunu ifade eder. Özgürlük kavramı gibi rasyonalitenin de geleneğin belirlediği muhtevadan bağımsız olarak tanımlandığını şu cümlelerle ifade eder yazar. Amaç-araç ilişkisi açısından rasyonaliteyi temellendiren şey, hedefe ulaşmak için bütün adımların doğru bir şekilde atılmasıdır. Neticede varılan yerin (elde edilen amacın) bizatihi rasyonel, makul, anlamlı ve ahlaki olup olmadığı bu rasyonalite tanımının dışındadır.. Ahlak, estetik, inanç gibi değerler rasyonalitenin belirlediği “verimlilik” ilkesine göre tanımlanır. Bu şekilde tanımlanan ve amaca götürmeyen her şey irrasyonel sayılır ve reddedilir. Bu aynı zamanda geleneksel akıl kavramıyla modernite arasındaki temel kopuş noktalarından biridir.
Ziyaeddin Fahri’den Cemil Meriç’e pek çok aydınımızın ifade ettiği gibi yazara göre de temel sorunlarımızdan biri Türkiye’deki düşünce hayatının gelenekle bağlarını koparması ve birikmiş manevi bir servetten yoksun kalması. Bir geleneğe dayanmayı bir köke sahip olmak ve bir kaynaktan beslenmekle eşdeğer gören yazar, geleneğin sınanmış, işlenmiş ve tabiri caizse temize çekilmiş bir bilgi mesabesinde olduğunu ifade ediyor. Yine tarihteki bütün büyük ve anlamlı dönüşümlerin bir topluluk aynı anda hem derin köklere hem de açık bir ufka sahip olduğu zaman gerçekleştiğini dile getiriyor.
Köklerine sahip çıkmanın önemini ve değerini ifade sadedinde şu satırlara da yer veriyor yazar kitabında. Tolstoy, 19. yüzyılın ikinci yarısında Çeçenlerin efsanevi kahramanı Şeyh Şamil ve Hacı Murat’ın Rus işgaline karşı mücadelesini anlattığı romanı Hacı Murat’a, Rusların “tatar” adını verdiği devedikeni çiçeğinin yaşama arzusunu ve direnme gücünü tasvir ederek başlar. Elindeki çiçek demetine eklemek için yol kenarında gördüğü kan kırmızısı renkte iyice açmış devedikenini kopartmak isteyen Tolstoy, çiçeğin gücü karşısında hayrete düşer. Ellerini kanatma pahasına çiçeği kopartır ama bunun için çiçeği lif lif ayırmak zorunda kalır. İşi bittiğinde elinde demim imrenerek seyrettiği güzel bir çiçek değil, parça parça olmuş ve biraz önceki güzelliğini ve letafetini yitirmiş bir ot parçası kalmıştır. “Ne güçlü bir yaşam arzusu bu!” diye düşünür Tolstoy. “Direnmek için büyük çaba gösterip kolay lokma olmadığını nasıl da ispat etti.” Der. Yoluna devam eden yazarımız birkaç adım sonra bir başka “tatar” yani devedikeni görür. Bu sefer onu olduğu gibi seyreder ve dokunmaz. Bu hadise Tolstoy’un Çeçenlerin köklerine bağlı kalma mücadelesini anlattığı hikâyesinin de ilham kaynağıdır.
Ahlak, mutluluk ve özgürlük; ahlak hukuk ilişkisi gibi konulara da değinilen “İnşa” bölümünde son olarak “Bitmemiş Bir Proje” Olarak Cumhuriyet konusu ele alınıyor. İnsanlığın son iki yüz yıllık serüveninin ve ona hâkim olan kültür formlarının metafizik bütünlüğü bozması ve yerine varlıkların ancak bizim onlara biçtiğimiz kullanım değerine işlevselliğine göre anlam kazandığı fikrinin ikame edilmesiyle zuhur eden araçsal bakış açısı, Cumhuriyet modernleşmesinin temel özelliklerinden biri ve Türkiye’nin şeklî modernleşme trajedisinin kaynağı olarak gösteriliyor.
Cumhuriyetin dört unsuru; millet iradesi, hukuk düzeni, vatan mefhumu ve tarihi hafıza olarak sıralanırken bu dört unsurun birbirini tamamladığı ve desteklediği ölçüde Cumhuriyetin millet merkezli bir erdemli toplum hedefine yaklaşacağı uzun uzun açıklamalarla ortaya konuyor.
Not: Bu yazı İbrahim Kalın’ın Akıl ve Erdem adlı eserinin ilk iki bölümü esas alınarak yazılmıştır.
Kaynak : http://elestirihaber.com/akil-erdem-yazilari-1-selma-kavurmacioglu-dusunce/