Entelektüel yayıncılıkta yeni bir açılım.

Başkasının hayatında insan kendini arıyor

Doğu ile Batı dünyasının biyografileri arasındaki farka dikkat çeken Doç. Dr. Abdulhamit Kırmızı, 'Mesela İslamî bir hassasiyetle günahlarını anlatmıyorlar ama çocuklukta yaptıkları bir hatayı ya da ayıbı anlatarak eserlerine başlıyorlar' diyor. Kırmızı insanın kendisini anlatması hususunda ise 'Kendimizi anlatmada Osmanlı'ya göre çok daha muhafazakarız' diyor.

 

İnsan en çok kendini merak ediyor ve dolayısıyla kendini tanımak için de başkalarının hayatlarına merak salıyor evvela. Kişisel hayat anlatıları üzerine çalışmalar yapan ve bu konuda 'Otur Baştan Yaz Beni' adlı kitaba imza atan Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Abdulhamit Kırmızı'nın kapısını çaldık ve hem neden başkalarının hayatını merak ettiğimizi, hem de geçmişten günümüze biyografilerin yazılma serüvenini konuştuk.

Başka hayatlar insanlara neden cazip geliyor?

Bu fıtrîdir. Başkalarının hayatını merak ediyoruz; çünkü nasıl yaşamamız gerektiğini o hayatlara bakıp öğreniyoruz. Onlara bakarak hesaba çekiyoruz kendimizi. Aslında hepimiz dünyaya bırakılan çaresiz çil yavrularıyız. Başka insanlar bu hayatla nasıl baş ettiler? Bu sorunun cevabını çok merak ediyoruz. Bu yüzden biyografi, siyer okuyoruz. Mesela bir Müslüman, modern bir büroda, kendisi gibi kimselerin olmadığı, oruç tutmadığı bir yerde oruç tutuyor, gizlice namaz kılıyor. Aynı hayatı yaşamış insanlar bununla nasıl başa çıkmışlar diye Hz. Bilal'in, Hz. Sümeyye'nin hayatına bakmak ister değil mi?

Öyleyse insanın kendisini tanıması için de bir yol değil mi başka hayatlar?

Elbette. Günlük yaptığımız dedikodu, gönderdiğimiz e-mail, ya da birine tasvir etmemiz… Aslında her gün birilerinin hayatlarıyla uğraşıyoruz, kendi özgeçmişimizi hazırlarken ya da kendimizi başkasına ifade etmeye, tanıtmaya çalışırken bir şekilde kendi hayatımızı da başkalarının hayatlarını da anlatıyoruz.

Aslında kendimizi tanımak istiyoruz…

Kesinlikle. 'Ben'i tanımak için verdiğimiz en büyük uğraşlardan biri başkalarını tanımak. Başkalarını tanıdıkça kendimizi daha iyi tanıyoruz ve kendimizi nasıl ifade etmemiz gerektiğini anlıyoruz. Biliyoruz ki içimizde pek çok ben var. Yunus'un dediği gibi 'Bir ben vardır bende benden içeri'. Hepimizin hissettiği bir şeydir bu.

ÖLÜM BİZİ KORKUTUYOR

Başkalarını tanıdıkça değişim de kaçınılmaz mı oluyor?

'Başkalarının Hayatı' diye bir film izlemiştim. Filmde Doğu Almanya'da casus olduklarından şüphelenilen bir çifti takip eden bir istihbaratçı vardı. Bu istihbaratçı onların hayatını dinleye dinleye onları anlamaya başlıyor ve zamanla önce fikirleri, sonra da kendisi değişiyor. Aslında hepimiz o istihbaratçının durumundayız.

Birçok insan kendi hayatının yazılmaya değer olduğunu düşünüyor. 'Hayatım roman' tabiri bunun en açık örneği sanırım…

Çünkü ölüm bizi korkutuyor. Kumun üzerinde izler kalsın istiyoruz, yok olmaktan korkuyoruz. Zaten çocuk sahibi olmak da bu güdümüzden kaynaklanıyor. Ölüme karşı koymak, kendisinden geriye bir şeylerin kalmasını istemek…

İnsanı tam olarak hangi dönemlerinde yakalıyor bu his?

Hayatınızın ilk zamanlarında birini idolleştiriyoruz. Dindar biriyseniz şeyhe bağlanıyorsunuz, onu idolleştiriyorsunuz. Ya da Michael Jackson, Brad Pitt'i… Odanıza onun resimlerinizi asıyorsunuz, onun şarkılarını dinliyorsunuz, onun gibi davranıyorsunuz… Biraz taklitle başlıyor hayat yani. Ama otuzlardan sonra geçmişe dönüp sorgulamaya başladığınızda daha iyi anlamaya başlıyorsunuz bu hayatı ve hayat yazımını. Kendi hayatınızı da bir deney alanı olarak görebiliyorsunuz ve bu şekilde hakikate daha çok yaklaşabiliyorsunuz.

DOĞU ANLATILARI DAHA ÖZGÜN

Neden günümüzde yazılan biyografiler çok sıkıcı?

Çünkü onu yazan hayatı yaşamıyor ki. O yüzden duygularından, aşkından, kadınlarından, ihtiraslarından bahsetmiyor. Bizdeki biyografilerinin kuru olmasının sebebi de bu galiba. İnsan sadece kendisinin yaşadığı duyguyu başkasının hayatını yazarken en iyi şekilde tasvir edebilir.

Bu birazda mahremiyet anlayışıyla mı ilgili?

Evet. İşte 'Yiğit olan sırrını fâş etmez' gibi sözler vardır ya bizim kültürümüzde. Ancak bir tarihçi olarak şunu söyleyebilirim ki Osmanlı'dan bugüne toplumumuz giderek daha çok muhafazakârlaştı. Osmanlıların rahatça dillendirdikleri ifadeleri şu zamanlarda göremiyoruz. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Viktoryen ahlak bizim toplumumuzda yayılmaya başladı. Biz o Batı ahlakını İslam ahlakı zannettik. Bugün daha muhafazakârlaştığımızı ve daha da mahremiyetçi olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü kadim eserlerde daha açık ifade ediliyor duygular.

Peki İslam dünyasında, ferdin 'birey' olamaması sebebiyle kişisel anlatıların olmadığı yönünde bir kanaat de var. Bu ne kadar doğru?

Maalesef yüzyıl önce oryantalistler tarafından ortaya koyulan bu görüş hala tekrar ediliyor. Son zamanlarda yapılan araştırmalar bu düşünceyi kesin bir biçimde yalanlıyor. İslam âleminde 8. yüzyıldan itibaren otobiyografilerin görülmeye başlandığını ve bunların 12. ve 13. yüzyıllarda bir gelenek oluşturduğunu biliyoruz.

İslam kültüründe kişinin kendisinden bahsetmesi, 'ben' demesi hoş karşılanmazken neye dayanarak yazıyorlar?

İslam ulemasının ayetleri ve hadisleri referans aldıklarını görüyoruz. Mesela Celaleddin es-Suyutî'nin hayatını anlattığı metnin başlığı, 'Allah'ın nimetlerini zikretme'. Nedir bunun kaynağı? İnşirah Suresi'ndeki 'Allah'ın senin üzerindeki nimetlerini anlat' ayeti. Ulema buradan 'Hayatını anlat' gibi bir mana çıkarıyor ve kendi hayatını yazıyor. Ayrıca Allah'ın 'Ben gizli bir hazineyim' buyurması ya da tasavvuftaki 'Kendini bilen Rabbini bilir' sözü… Kur'an'da da Allah'ın kendi zatından, şanından bahsetmesi hep bu 'kendini anlatmayı' tetikleyen unsurlar.

Doğu'daki kişisel anlatıları Batı'dakilerle karşılaştırdığımızda nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?

Doğu'ya ait anlatılarda Batı'da olmayan bazı özgün şeyler var. Mesela İslamî bir hassasiyetle günahlarını anlatmıyorlar ama çocuklukta yaptıkları bir hatayı ya da ayıbı anlatarak eserlerine başlıyorlar. Bu şekilde kimsenin bilmeyeceği bir şeyi zikrederek metni kendisine ait kılıyor yazar. Bu onu diğerlerinden ayıran özel bir vasfıdır bu geleneğin. Batı'da ortaya çıktığı söylenen metinler de aslında Doğulu. Mesela Aziz Ağustinus Kuzey Afrika'da yaşadı, ya da Gallen Suriye bölgesinde yaşadı. Bu il otobiyografik anlatılar da aslında Doğu topraklarında yeşeren metinler.

TARİH İNSANI APTALLAŞTIRIR

Siz bu alana neden ilgi duyuyorsunuz?

Biyografi disiplinlerin kesiştiği ortak bir zemin ve tarih tek başına hakikaten sıkıcı bir alan. Sürekli belgeler, makaleler, kitaplar… Benim şahsen başka hayatlarla bu kadar uğraşmamın sebebi birazda da bu. Orada psikoloji, antropoloji, sosyoloji, nöroloji, felsefe vs. okumam gerekiyor.

Bu da size çok şey katıyor…

Evet. Mehmet Genç'in güzel bir lafı var, 'Tarih insanı aptallaştırır' diye. Bu şu demek: Tarihçiler sürekli belgelerle uğraşa uğraşa beyinlerindeki fantastik kısmı öldürüyorlar (Gülüşmeler). Biyografiyle uğraşmak bir tarihçi için o düşünsel tarafı canlandırıyor.

'Otur Baştan Yaz Beni' kitabı nasıl ortaya çıktı?

Ben akademik çalışmalarımda hep insanlarla uğraştım. Hep içinde oldum hayatların. Türkiye'de hayat yazımıyla ilgili birçok şeyin sorgulanması gerektiğini düşündüm. Bu konular üzerinde çalışırken Bilim ve Sanat Vakfı'nda aynı odayı paylaştığım arkadaşım Yunus Uğur'un teklifiyle 2010-11'de bir Biyografi Atölyesi kurdum. 25-30 kişiyle süren uzun soluklu bir çalışma oldu ve bir sempozyumla taçlandı. Burada sunulan bildirilerin bazıları da bu kitapta yer alıyor.

YAZARAK GEÇMİŞİMİZİ TEMİZE ÇEKİYORUZ

Son yıllarda bilhassa iş adamlarında hayatını yazdırma modası var. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

İş adamlarının hayat hikâyelerinin hepsi mutlaka fakirlikten başlar ve giderek bir yükseliş hikâyesine dönüşür. Bu da aslında kapitalist hayat tarzının dayattığı bir şekil. 'Sizde bu adam gibi çok çalışır, dişinizi tırnağınıza takarsanız zengin olabilirsiz' şeklinde bir ümit pompalama operasyonu.

Koskoca bir yalan…

Evet, kaç kişi öyle olabilir ki? O başarı hikâyelerinin arka planı yok orada, kirli anlaşmalar, kirli paralar, gayrimeşru ilişkiler... Sanki tertemiz bir kalple yola çıkmışlar da Allah da yürü ya kulum demiş. Bırakın o iş adamlarını, hiçbirimizin hikâyesi bu kadar temiz değil… İnsanlar kendi geçmişlerinin nasıl hatırlanması istiyorlarsa o şekle büründürüyorlar yazdıklarını. Kendimizi temize çekiyoruz bir anlamda.

ARTIK GÖRSEL VE DİJİTAL HAYATLAR VAR

Facebook, Twitter, iPhone ve iPad'i kişilerin modern gösteri(ş) dünyası olarak tanımlıyorsunuz…

İnsanlar kendi özel hayatını göstermeye hevesliler. Belki evinde harem-selamlık uyguluyor ama twitter'da 'eşimle kahve keyfi' diye resim paylaşıyor. Biz sürekli değişim halindeyiz. Sosyal medyanın da bu değişimde etkisi var. Orada insanın bir kimlik inşası yapması çok ilgi çekici. Normal hayatta olmadık bir şekilde hareket edebilirsin orada.

Bu tehlikeli değil mi?

Hayır. Bu öğretici bir deney bence. Çünkü o içimizdeki benlerden birine kendini gösterme fırsatı veriyorsun. 'Çık ve oyna' diyorsun.

Şimdi hayatı anlatmanın çok çeşitli yolları çıktı…

Bir sergide anlatabilirsiniz birinin hayatını. Bir ressamın resimlerini çiziş sırasına göre kronolojik bir şekilde sunup onun hayatını gözler önüne serebilirsiniz. Artık sadece kuru bir metin şeklinde kalemle alınan hayatlar yok. İnsanlar kendi hayatlarını görsel, dijital, grafik vs. bambaşka şekillerde ifade ediyorlar.

Peki hayat yazımı açısından Facebook nasıl bir alan?

Facebook Twitter'a göre kendi geçmişinle daha çok yüzleşebileceğin bir mecra. Çocukluk arkadaşların, bitmiş olan dostlukların, asker arkadaşlıkların, belki görmek bile istemediğin, çoktan koptuğun insanlarla mecburî bir iletişime geçiyorsun. Belki bu iletişimle birlikte değişiyorsun. Sosyal medya bir anlamda insanın kaderini etkiliyor. Yani orda tanışıp evlenen insanlar var. Günümüzde hayatın çok anlamlı bir parçası gibi geliyor bana.

 

Kaynak : http://yenisafak.com.tr/pazar-haber/baskasinin-hayatinda-insan-kendini-ariyor-11.08.2013-551594