Kaynak: http://yenisafak.com.tr/roportaj-haber/turkiye-iran-sayfasini-hic-kapatmadi-15.12.2013-593421
Tarih 14 Aralık 2013 Sorgusuz Sual / Nil Gülsüm
Türkiye İran sayfasını hiç kapatmadı
Başbakan Erdoğan'ın Dış Politika Başdanışmanı İbrahim Kalın, Türkiye'nin ABD ve Avrupa ülkelerinin nükleer anlaşma ile buzları erittiği İran'la hep aynı pozisyonda olduğunu söyledi. Kalın '2-3 yıl önce Türkiye'yi 'İrancılık' yapmakla eleştirenler şimdi ilişkilerin önemli olduğunu söylüyor. Batı, İran'la yeni bir sayfa açmış olabilir ama bizim için o sayfa hep açıktı' dedi.
Çok kısa bir süre önce yayımlanan kitabınız üzerine konuşmak için birlikteyiz. Kitabınızın ismi, Akıl ve Erdem. Akıl, yeryüzündeki rasyonel varlığımızı ve duruşumuzu; Erdem ise, kişi olarak ahlâki önceliklerimizi işaret ediyor. Ve sanki birbirleriyle kapsam ve hedef bakımından çelişiyorlar ya da en azından örtüşmüyorlar gibi. Neden Akıl ve neden akılla birlikte Erdem?
Bizim düşünce geleneğimizde insan, 'düşünen varlık' olarak tanımlanmıştır ve bu tanım kadim Yunan'a kadar da gider. İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerden birisi, onun akleden bir varlık olmasıdır. Akletmek demek, doğruyla yanlışı birbirinden ayırt edebilmek demektir. Biyolojik anlamda insan, daha sofistike olmakla birlikte nihayetinde diğer canlılarzdan farklı değildir. Fakat insanı diğer canlılardan ayırt eden özelliği, onun aklını kullanabilmesidir. Aristo, mantığı insanın doğruyla yanlışı birbirinden temyiz edebilme yeteneği olarak tanımlar. Doğruyla yanlışı tanımlarken, bunları sadece mantık önermelerinden çıkan sonuçlar olarak görmek sınırlayıcı olur. Doğru ve yanlış özünde iyiyi ve kötüyü de barındırır. Dolayısıyla, 'insan düşünen varlıktır' dediğimizde eşzamanlı olarak ahlakî bir özneden de bahsetmiş oluyoruz. Zâten bizim geleneğimizde de, aklî olanla ahlakî olan birbirinden ayrı görülmemiştir. Bu ikisinin birlikteliği, insana evren ve hakikat hakkında daha doğru Ve kuşatıcı bir tasavvur geliştirme imkânı sunar. Bu sebeple, akıl ve erdem dediğimiz zaman, aklıyla düşünen ve aynı zamanda bunu ahlaki davranışlarına da yansıtan bir varlıktan bahsediyoruz.
AKIL VE ERDEM AYRILAMAZ
Salt akıl ile hareket etmenin ve yön belirlemenin sakıncası, insana mâliyeti nedir?
Sadece akılla hareket ettiğimizde ortaya mekanik, rasyonalist ve tek boyutlu bir insan çıkıyor. Sadece aklî önermelerle hareket eden bir makinaya dönüştürülüyor insan. Ama öbür tarafta ahlak ve erdem deyince sanki bunları nakli-rasyonel bir temeli olmadığı gibi bir imada bulunuluyor. Descartes sonrası modern dönemde, aklî olanla ahlakî olanın farklı alanlarda bulunduğu fikri rağbet gördü. Halbuki, ahlaki olanın da epistemik bir temeli var ve o da bir hakikate dayanıyor. Zaten böyle bir temele dayanmasa, ahlakî değerlerin bir bağlayıcılığı ve evrenselliği olmazdı. Kitapta kullandığım 'toplumsal muhayyile', akılla erdemi sentezleyen bir tasavvuru ifade ediyor. Ne birey ne de toplum düzeyinde iki kavramı birbirinden ayırmamız mümkün değil.
Yaptığınız vurgu, bu iki kavramın parçalanamazlığına dair. Bu kavramlar nasıl kesişiyorlar ve ilişkileri nerelerde inşa edici oluyor?
İnsanın her eyleminin dayandığı daha geniş bir felsefî arkaplan ve varlık tasavvuru vardır. Bunlar bâzen sözle ifade edilir, bâzen de zımnî olarak kalır. Bunlar, insanların eylemlerinde, düşüncelerinde, sanatında, mimârisinde, kurduğu şehirde, yaptığı siyasette, kullandığı dilde mündemiçtir. Felsefe bir anlamda, bu mündemiç olanı açığa çıkartır, dille ifade eder. Bu mânâda, en basit insânî eylemden, en karmaşık olanına kadar her eylemin arkasında böyle bir bakış açısı vardır. Evrenin mânâsının onun fiziki-maddi toplamından daha fazla bir şey olduğunu kabul ettiğimizde, Varlık alemine ve içindekilere bakış açımız kökten değişir. Meselâ, İslâm düşünce geleneğinde tabiat alemi, insana bir emanet olarak verilmiştir. İnsan bu emanetin taşıyıcısı olarak sorumluluk sahibi bir varlıktır. Yani ağaç ve sulardan hayvanlara, dağlardan ovalara ve havaya kadar bugün çevre dediğimiz her şey insanın korumak zorunda olduğu bir emanettir. Her tür tasarruf hakkına sahip olmak isteyen ama hiç bir sorumluluk almak istemeyenbir öznenin mülkü değildir. Böyle tanımlandığı zaman insan, diğer varlıklarla ahlakî bir ilişki kurmak zorundadır. Yani kendi dışındaki varlıklara ve diğer insanlara karşı ahlaki bir tutum içinde olmak, onların varlık alanına, kimliğine, farklılıklarına saygı duymak ve buna göre davranmak zorundadır. Örneğin Osmanlı'da büyük binaların cephelerine yapılmış kuş sarayları vardır. Bunlar, bir dekor veyâ bir lüks değildir. Bunun arkasında bir bakış açısı ve bir çevre felsefesi vardır.
Bahsettiğiniz derinlikli ve incelikli paradigmayla bugünün yüzeysel kültürü kıyaslandığında durum pek de parlak görünmüyor. Bugün yaşananlar ve sığlık göz önüne alındığında, tüm bu değerler ütopik bir atıf olarak kalma riskiyle karşı karşıya değil mi?
Türkiye gibi zengin tarihsel birikimi, kültürel derinliği, toplumsal farklılıkları olan bir ülkeyi değerlendirirken Her hangi bir konuda tek bir önermeden hareketle Tek-düze hükümler vermek hatalı bir yaklaşım olur. Meselâ, modern dönemde kaybettiğimiz en önemli değerlerden birisi estetik. Estetiğin ve güzel olanın lüks olduğunu, buna paralel olarak da, güzel olanın pahalı olduğunu düşünmeye başladık. Dolayısıyla, insani ve doğal çevrenin güzelleştirilmesi için zengin olmak gerektiği yargısı yaygınlaştı. Oysa geleneksel sanatlarımızı, meselâ bir kapı tokmağını, onun estetiğini düşünün. Bunun gibi, geleneksel evlerimizi, desenlerinizi, halılarımızı, kilimlerimizi; ayrıca hat sanatını, ebruyu, teşhisi hatıra getirin. Bunlar çevremizi kuşatan, gündelik hayatımızı tezyin eden güzellikler. Bütün bunlar, çarpık Türk modernleşmesi ile kaybettiğimiz, bugün ise yeniden keşfetmeye başladığımız değerler.
SAVAŞLAR BU BÖLGENİN KADERİ DEĞİL
İbni Haldun'un söylediği gibi, refah seviyesi ne kadar yükselirse yükselsin, her toplum maddi kazanımların ötesinde bazı değerlerin peşinde olur. İşte bu noktada, yüksek kültür ve yüksek sanat üretmeye başlar. O yüzden şehirler çok önemlidir. Hem Anadolu, hem de İslam tarihinin aynı zamanda bir şehirler tarihi olması bu yüzdendir. Saraybosna'dan İstanbul'a, Semerkant'tan Bağdat'a, Basra'dan İskenderiye'ye kadar şehirlerimizin, hem estetik mânâda çok güzel, hem de çoğulcu ve kozmopolit yapıda olduklarını ve yaratıcı enerjiyi bir araya getirdiklerini görürüz. Bu şehirler, bilimin sanatın, bir arada yaşama kültürünün var olduğu şehirlerdir. Ortadoğu denildiğinde bugün insanların aklına savaş, çatışma geliyor. Oysa 9., 10., 12. Yüzyıllara bakıldığında, bilimi, sanatı ve yüksek kültürü görmekteyiz bu bölgelerde. Savaşlar, çatışmalar bu bölgenin kaderi değildir.
DÜŞÜNCE DEVRİMİNE İHTİYAÇ VAR
Tarihin bir döneminde parlak, cezbedici merkezler yaratan bir medeniyetin bugünkü tablosu çok da iç açıcı değil. Bu tabloyu değiştirmek nasıl mümkün olabilir?
Maddî dünyamızda bir değişiklik olması için öncelikle bir düşünce devrimine ihtiyaç var. Muhayyile ve tasavvur dünyamızda bir ıslah ve derinleşmenin olması lazım. Dünyanın hiçbir döneminde, hiçbir toplumda sorunsuz bir zaman dilimi olmamıştır; ama her şeyin sorun ve kriz olduğu bir dönem de olmamıştır. Batının kendi tarihinde ciddî sıkıntılar yaşadığı dönemler olmuştur. Aynı şekilde İslâm dünyasının tarihinde de, İslâm medeniyetinin dünyaya öncülük ettiği dönemler vardır. Belli dönemlerde de, krizler öne çıkmış, sorunlar kronikleşmiştir. Bugün İslâm belli alanlarda, ilim, sanat, kültür, düşünce, eğitim, ekonomi ve siyaset alanlarında önemli başarılar ve ilerlemeler oluyor. Bununla birlikte, belli yerlerde de ciddi sorunlar var. Bunlara doğru teşhis koyup sağlıklı çözümler üretmek gerekir.
Bunu aşmanın, ilerlemeyi daha baskın ve yaygın bir nitelik haline getirmenin yolu nedir?
Bunları aşabilmek için, kitapta kullandığım bir metafora atıfta bulunmak isterim: Kök ile ufuk arasında bir denge kurmalıyız. Sağlam köklere sahip bir geleneğin mensupları olarak dünyaya bir açık ufuk perspektifinden bakabilmemiz gerekiyor. Sadece köklere bağlandığımızda, geçmişin koridorlarında tıkanıp kalırız. Bu ise, o geleneğin hayatiyetini kaybetmesine neden olur. Sadece ileriye bakıp geçmişi unutursak, kimliği ve kendisi olamayan bir özne ortaya çıkar. Bu ifrat ve tefritten kurtulup, bu ikisinin üstünde bir tarz ve yol geliştirmek gerekiyor.
Hem siyasal, hem de zihinsel anlamda bir sıkışma yaşandığı bir gerçek. İçinde yaşadığımız küresel şartlar da göz önüne alındığında, nasıl bir çıkış mümkün olabilir?
Burada, küreselleşmenin ve çoğul modernitenin sağladığı bir takım imkanlar var aslında. Bugün modernliği sadece Batılılaşmak olarak tanımlamıyoruz. Bir toplumun temel altyapı ihtiyaçlarını karşılamak, ekonomik kalkınmayı ve refahı sağlamak, adil paylaşımı gerçekleştirmek, demokratik katılım kültürü inşâ etmek, yalnızca Batılılaşmak suretiyle gerçekleştirilebilecek hedefler değildir. Bakıldığında, farklı modernleşme tecrübeleri yaşandığını görüyoruz. Bu yüzden, 'kendimiz olmak' derken, dünyaya gözlerimizi kapatmaktan söz etmiyor, 'üçüncü dünyacı' bir yaklaşımı kastetmiyorum. Tam tersine, kendi geleneğimizden hareketle, dünyayı doğru okuma çabasından söz ediyorum. Eğer bu dengeyi sağlayabilirsek, hem zengin medeniyet birikimimizi bugüne taşıyabiliriz, hem de dünya kültür ve medeniyetine bir katkı sunabiliriz. İslâm dünyasının bunu gerçekleştirme potansiyeli var. Türkiye bunun en iyi örneklerinden biri. Bütün dünyayı dost olarak görebilen bir bakış açısı var bugün Türkiye'de. 360 derece bakabilen bir dış politika yaklaşımı var. Türkiye olayları, daha küresel ve tarihsel derinliği içerisinde ele alabiliyor. Bunun sağladığı müthiş bir ufuk genişlemesi var.
Medeniyet kavramına kitabınızda özel ve yoğun bir önem verdiğiniz görülüyor. Siyasette ve muhafazakâr retorikte geniş yer tutan bu kavrama yüklediğiniz anlam nedir?
Medeniyet, bir dünya görüşünün ve varlık tasavvurunun zaman ve mekân boyutunda maddî olarak tezâhür etmiş hâlidir. Burada kilit nokta, dünya görüşümüzü ve varlık tasavvurumuzu doğru oturtabilmektir. Bununla kastettiğim varlık âlemine ve insan hayatına bir bütün olarak bakabilmektir. İnsanın âlemdeki yeri, akıl ve ahlakın kılavuzluğu, diğer insanlarla ilişkilerimiz... Bütün bunlar bize dünya görüşümüzü ve varlık tasavvurumuzun verir. Burada anlam ve özgürlük de iki anahtar kavramdır. Önce Hegel'in ifâde ettiği, daha sonra Weber'in açtığı bir paradoks var. Weber der ki, 'Gelenek, insanlara anlamlı bir hayat va'detmekteydi. Ama bu anlamlı hayatı yaşamak için özgürlüklerinden feragat etmeleri gerektiğini söylüyordu. Modernite ise, insanlara özgürlük va'dediyor, ama anlamlı bir hayatı ancak, kendi çabalarıyla kendisinin inşâ edebileceğini söylüyor.' Burada özgürlük, insanın tercihte bulunma hakkı olarak tanımlanmaktaydı. Yani, ya özgürlüklerimizden vazgeçerek anlamlı bir hayat yaşayacağız, ya da anlamlı bir hayattan vazgeçerek özgür olacağız. Modernite bu paradokslar başladı ve bu ikilemi aşamadı.
Özgürlüklerimizden vazgeçmeden anlamlı bir hayat yaşamamız mümkün müdür?
Elbette mümkündür. Hayatı anlamlı kılan şeyin de özgürlük yolundan geçtiğini anlamamız gerekiyor. Burada özgürlük, sınırsız bir tercih hakkı değildir. İnsan, herhangi bir eylemi yaparken bile kendini sınırlar. İnsan bir şeyi tercih ederken, kendini sınırlamak ve disipline etmek zorundadır. Bu sınırlandırma eyleminin kendisi de anlamlı bir eylemdir. Ahlakî davranmak, özgürlüğümüzü elimizden alan bir şey değildir. Popüler tartışmalarda, 'özgür olmak, her istediğini yapmaktır' şeklinde bir tanımlama yapılır. Bu, kulağa hoş gelen bir slogan olsa da, insan ancak, önüne koyduğu bir hedef çerçevesinde hareket ettiği zaman, özgürlüğünden feragat etmeden anlamlı bir amaca, gayeye doğru yürür.
FARKLILIKLARDAN BİRLİK YARATMAK MÜMKÜN
Az önce konuştuğumuz bir konuya tekrar dönmek istiyorum. Küreselleşmenin aynîleştirici etkileri ortadayken, özgün bir toplumsal muhayyile nasıl kurulabilir?
Küreselleşme, bir anlamda homojenleşmedir. Yani insanların düşündüğü, ürettiği, tükettiği, tecrübe ettiği şeylerin giderek birbirine benzemesi, standart hale gelmesi. Bu bir sorun. Küreselleşmeyle tedâvüle giren şeylere baktığımızda, bunların beli merkezlerde üretildiğini görürüz. Buna mukâbil, kendimiz kalarak, farklılığımızı muhafaza ederek dünyada bir var olma tarzı kurabiliriz. Bunun örneklerini hem klasik dönemde, hem de modern dönemde görüyoruz. Meselâ, mimaride Mimar Sinan'ın tarzını, Selçuklu tarzını, İran ve Hint tarzlarını yahut Memlük mimarisini düşünün. Hepsi farklıdır. Amafarklı tarzlarda inşa olunsalar bile, camiyi, şadırvanı, sarayı ayırt ederiz. Bu, İbni Arabi'nin 'çokluk içinde birlik' (el-vahde fi'l-kesre) diye formüle ettiği ilkeye dayanır. Toplumsal muhayyilenin en önemli yönlerinden birisi de budur. Zira düşünmek ve hayal etmek, aynı zamanda çokluk içinde ve çoklukla beraber düşünebilmektir. Bugün Türkiye'de de var olan çeşitlilik de böyledir. Bu farklılıktan bir birlik yaratmak, tam da bizim ihtiyaç duyduğumuz ve yapmamız gereken şeydir.
Türkiye'nin kültürel çelişkileri ve yerini bir türlü bulamayan yönelimi ile modernleşme tecrübemiz arasında sıklıkla bağ kurulur. Sizin yaklaşımınız ve tespitleriniz ne yönde?
Türkiye'nin yaşadığı modernleşme tecrübesi, bulunduğumuz noktada önemli bir rol oynadı. Çağdaşlığı biz uzun süre kültürel mânâda şeklî Batıcılık olarak tanımladık. Bundan dolayı da, kendi kültürel unsurlarımıza yabancılaştık. Bu yabancılaşmayı da adetâ, modern dünyaya dâhil olmanın bir ön şartı olarak kurguladık. Bir zaman sonra, kendi kültürümüzü ve kültür geleneğimizi tanıyamaz hâle geldik. Hatta bazı durumlarda kendi kültürümüze oryantalist bir gözle bakmaya başladık. Evimizde bir şark köşesi yapmak gibi nostaljilere yöneldik. Başörtüsüne, hat sanatına, halk müziğine, tasavvuf musikisine bu gözle bakanlar oldu. Hala da var. Bu, insanın kendisine başkasının aynasında bakmasıdır. Bu, Ahmed Hamdi Tanpınar'dan mülhem bir ifadeyle 'İnsanın başkasının tecrübelerini yaşayarak kendisi kalma çabası'dır. Ve bu imkânsız bir şeydir.
KÖKLERİYLE BARIŞIK DÜNYAYA AÇIK BİR ÜLKEYİZ
Ahmed Hamdi Tanpınar'dan söz etmişken onun 'değişerek aynı kalmak' ilkesi veyâ formülü üzerinden Türkiye'ye bakmanızı isteyeceğim. Türkiye, iki yüz yıllık Batılılaşma serüveni göz önüne alındığında, ne kadar değişmiştir, ne kadar kendisi kalmıştır?
Bu çok önemli bir tecrübedir. Türkiye uzun süre, ne tam mânâsıyla kendisi kalabilen, ne de başkası olabilen bir öznenin travmalarını yaşadı. Ama bu kriz günümüzde büyük oranda aşılmaya başladı. Bugün artık, kendi kökleriyle barışık ve aynı zamanda dünyaya da açık bir Türkiye tasavvuru ortaya çıkıyor. Biz uzun süre, kendi tarihimize yabancılaştık, kendi tarihimizi ve coğrafyamızı yük gibi gördük, kendi kültür kodlarımıza mesafeli durduk. Ama küreselleşme şunu gösterdi ki, kültürler arasında bir hiyerarşi yoktur. Yerel ve küresel dengesini bugün yeniden kurmaya başladık. Bugün Türkiye'de, geleneksel el sanatlarında, halk ve sanat müziğinde ve başka alanlarda değerli ustalar yetişmekte. Bununla birlikte, Türkiye, farklı kültürlerin estetik değerlerini takdir edebilen bir düzeye ve estetik kıvama da sahip. Türkiye'nin en büyük farkı da bu. Türk modernleşmesinin en büyük zaaflarından birisi, şeklî modernleşme idi. Yavaş yavaş bu vulgar modernleşmenin yerini daha derinlikli bir modernleşme alıyor.
Türkiye hep ütopyacılarca inşa edilmek istendi. Şerif Mardin de ütopyacıyı, toplumun bütününü bir anda değişmiş görmek isteyen kişi olarak tanımlar. Türkiye, yukarıdan aşağıya inşacılarca mı bu noktaya geldi, aşağıdan yukarıya verilen tepkilerle mi?
Tepeden inmeci yöntemlerle bir toplumu dönüştürmeye çalışmak, toplum mühendisliğinin kötü örneğidir ve kalıcı olmazlar. Sadece Türkiye'de değil, Mısır'da, İran'da, Japonya'da bu politikalar başarılı olmadı. Dönüşümün toplumun organik yapısı içinde gerçekleşmesi gerekir. Batının değerlerine öykünerek değişmeye çalışmak, bizi Batılı kılmaz.
MUHASEBE ÖZGÜVEN İŞİDİR
Akıl ve Erdem'in giriş bölümü, kapsamlı bir muhasebe içeriyor. Şöyle mi sorsam acaba: Hâlâ mı muhasebe, Türkiye toplumunun ve yakın dönem târihinin muhasebesi neden hâlâ içinde çıkabildiğimiz bir mesele değil ve bunu yapmak niçin bu denli önemli?
Muhasebe yapmak bir özgüven ve olgunluk işidir. Muhasebe yapabilen toplumlar, kendinden korkmayan ve kendine güvenen toplumlardır. Biz bu muhasebeyi uzun süre erteledik. Ama bugün sorguluyoruz. Dersimi, varlık vergisini, ayrımcılık politikalarını, inkârcı uygulamaları sorguluyoruz. Bu bize artı değer katıyor. Türkiye'ye sıçrama yaptıracak şey de budur. Muhasebe bir kez yapılıp bırakılacak bir husus değildir. İnsanlar ve toplumlar sürekli muhasebesini yapmalı. Böylece, zihnî bir tembelliğe ve ahlakî lümpenliğe karşı kendimizi koruyabiliriz. Bu muhasebenin bize sağladığı bir takım imkânlar olduğunu bilmemiz gerek. Tarihimizin bastırılmış dönemlerini bir psikolojik rehabilitasyondan geçirip çözme noktasına geliyoruz. Muhasebe, aynı zamanda hesap verebilirliktir. Devletin millete, siyasetin seçmenine hesap vermesi hep bu dairededir. Bu muhasebe, aynı zamanda dinamik bir ruhun ifadesidir.
CUMHURİYET DİNAMİK BİR REJİM
Cumhuriyetin tamamlanmaması derken kastınız nedir?
Buradan kastım, cumhuriyet rejiminin dinamik, sürekli kendisini yenileyen, gelişmelere adapte olabilen, kendi derinliğini her gün inşâ eden bir yapıda olmasıdır. Cumhuriyet, kapalı bir sistemin adı değildir. 'Burada bitti, noktayı koyduk' dediğiniz anda, o sistem bir zaman sonra hayatiyetini kaybeder ve fosilleşir. İnsan ve tabiat hayatı nasıl dinamikse, bir ülkenin hayatı da aynı şekilde dinamiktir. Dolayısıyla, açık bir ufuk perspektifiyle hareket etmek, yeni sorunlar karşısında yeni çözümler üretmek, bu dinamizmi gerektirir. Bu ise ancak, muhasebe ruhu ile olur.
Muhasebe, değindiğiniz sıkıntıların, çelişkilerin giderilebilmesine yeterli mi?
Elbette iş muhasebe ile bitmez. Bu muhasebeyi inşâ ile tamamlamak gerekir. Hak ve hürriyetlerin garanti altına alınması; Türkiye'nin refah seviyesinin yükseltilmesi; kültür, sanat ve bilim hayatının zenginleştirilmesi, bu inşâ ile mümkündür. Türkiye bu alanlarda adım attıkça, bireysel yeteneklerimiz kendilerine mecrâ bulacak, Türkiye'ye ve dünyaya katkı vermeye başlayacaktır.
Oryantalist bakış açısına göre, Doğu'da birey değil toplum esastır ve buna mukabil Batı'da birey vârolabildiği için yaratıcılık mümkündür. Bu yargı ne Batı'yı, ne de Doğu'yu sağlıklı analiz ediyor. Doğu'da da birey vardır. Yüzlerce, binlerce mimâr olmasına rağmen, tek bir Mimâr Sinan vardır. Dede Efendi'den, Aşık Veysel'den, Neşet Ertaş'tan, Akif'ten, Nazım'dan, Tanpınar'dan bahsedebiliyorsak, birey ve bireysel yetenek vardır.
Batılılaşma, medeniyet gibi kavram ve süreçler üzerinde konuşurken aklıma ister istemez, Ak Parti iktidarının cumhuriyetle ve kazanımlarıyla ilişkisini sorgulayanlar geldi. Sizin cumhuriyet ve ideolojisi konusunda bakış açınız nedir?
Cumhuriyet, tanımı gereği cumhura, millete dayanan rejimdir. Milletin tarihini, sosyolojisini, vicdanını ve muhayyilesini yok sayarak sürdürülebilir bir rejim inşâ edemezsiniz. Başbakanımızın da söylediği gibi ihtiyaç duyduğumuz şey, Cumhuriyetin kurucu iradesi ve ruhudur. Bu ruh yeniden keşfedilmeye başlandı. Yapılanlar, cumhuriyetin kazanımlarının toplumun bütün kesimlerine teşmil edilmesidir. Refahın paylaştırılması, eğitim ve sağlık imkanlarının yaygınlaştırılması, Türkiye Cumhuriyeti pasaportunu taşıyanların 80'e yakın ülkeye vizesiz gidebilmesi, cumhuriyetin değerleriyle ve kazanımlarıyla çelişen şeyler değildir. Bilakis, bu hizmetler toplumun cumhuriyetin değerleriyle bütünleşmesini sağlar. 1920'li, 1930'lu yılların kendine özgü şartları, belli adımların atılmasına imkân vermemiş olabilir. İmparatorluğu kaybetmenin travmasını yaşayan insanların yeni bir yapı inşâ etmesi gerekiyordu. O dönemin şartlarını anlamakla birlikte, aynı doğrultuda devam etmeye çalışmak elbette mümkün değil.
Dış politikaya ilişkin bir iki soru yöneltmek istiyorum. Mâlum, tartışmalı bir konu. Türkiye, dış politikada tam olarak nerede duruyor?
Türk dış politikasının en temel prensibi, bölgeye ve dünyaya Türkiye'den bakabilmektir. Geçtiğimiz 11 yıllık süreçte bu prensip doğrultusunda hem komşularımızla ve bölge ülkeleriyle, hem de küresel aktörlerle iyi ilişkiler geliştirme politikası güdülmüştür. Komşularımızla ve diğer uluslararası aktörlerle iyi ilişkiler geliştirmek, Türkiye'nin öncelikli tercihidir. Elbette, reel politiğin icbâr ettiği şartları görüp ona göre adım atmak da gözardı edilmemektedir. Türkiye'nin yaptığı, adalet, insan hayatının kutsallığı, ahlakilik gibi prensiplerle reel politiğin dengesini sağlamaktır. Dış politikada başka ülkelerle belli dönemlerde belli konularda uzlaşma başka konularda farklılık olabilir. Suriye konusunda anlaşamadığımız bir ülkeyle, enerji politikaları, Filistin yahut güvenlik konularında mutabakat içinde olabiliriz.
BİZİM İÇİN İRAN SAYFASI HEP AÇIKTI
Herhalde bu ülkelerden birisi de İran. Her türlü farklılığa ve pozisyona rağmen İran ile ilişkiler hep sürdü. Nedir İran ile son ilişki düzeyimiz?
İran ile temasımız, diplomatik ve ticârî ilişkilerimiz her zaman oldu. İran, yeni nükleer müzakerelerle beraber, Batı ülkeleriyle ilişkisinde yeni bir sayfa açıyor. Bu, Türkiye olarak bizim desteklediğimiz bir durum. Hatırlayın, bundan 2-3 yıl önce İran ile ilişkilerimiz dolayısıyla Türkiye'yi Batı ekseninden çıkardığımız, hatta İrancılık yaptığımız yorumlarını yapanlar şimdi, İran ile ilişkilerin çok önemli olduğunu söylüyor. Türkiye hâlâ aynı noktada. Batılı ülkeler için İran konusunda yeni bir sayfa açılmış olabilir. Ama bizim için o sayfa hep açıktı.
İran-Türkiye ilişkisinde Suriye kaynaklı olmak üzere çeşitli sorunlar yaşandığı sır değil. İran ile ilişkilerimiz ne durumda?
Biz, başından beri bölge sorunlarının bölge ülkelerinin kendi dinamikleriyle çözülebileceğine inandık. Bu yüzden, bölge ülkelerini sorunların ele alınışında paydaş olarak gördük. Bu Suudi Arabistan için de geçerli, Mısır, iç savaş öncesi Suriye, İran, Irak ve diğer bölge ülkeleri için de. Bütün çabamız, bölge dinamiklerini pozitif bir gündemle harekete geçirebilmek.
Özellikle nükleer müzakerelerinden sonra bölgede İran ve Türkiye arasında gelişecek ilişkilerden ve bunun doğuracağı sinerjiden söz ediliyor. Sizin öngörünüz nedir?
İran Cumhurbaşkanı Sayın Ruhani göreve geldiğinde Sayın Başbakanımız kendisini arayarak tebrik etti. Ardından Sayın Cumhurbaşkanımız New York'ta görüştü. Satın Zarif Türkiye'ye geldi. Dışişleri Bakanımız geçtiğimiz günlerde İran'daydı. Gayet olumlu görüşmeler yaptı. Cenevre II'nin başarılı geçmesi, Suriye'de bir ateşkes sağlanması, insanî yardımların ulaştırılması yönünde görüşmeler yapıldı. Bu, Türkiye'nin ve İran'ın diplomatik pozisyonunu değiştirdiği anlamına gelmez. Zâten bu durum da, diplomasinin imkânları ve doğası içindedir. İran'ın nükleer müzakerelerde geldiği nokta da, bizim 2010'daki duruşumuz nakzeden değil, teyid eden ve destekleyen bir noktadır.
Dış politikanın güncel gelişmesi, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Ermenistan ziyareti. Türkiye, bu sürece nasıl giriyor ve bakış açısı nedir?
Bildiğiniz gibi geçtiğimiz haftalarda Sayın Aliyev ile Sarkisyan arasında bir görüşme oldu. Biz başından beri Karabağ meselesi başta olmak üzere sorunların çözümü konusunda diplomasinin geçerli olmasını savunduk. Burada Minsk Grubu'na çok önemli bir görev düşmesine rağmen maalesef 20 yıldır etkili bir çözüm ortaya koyamadı. Sayın Başbakanımız bu konuyu son olarak Saint Petersburg'da Putin ile görüştü. Bu sorunun barışçı çözümü mümkündür. Ama bu süreci açacak en önemli adım, Ermenistan'ın işgal ettiği bölgelerden çekilmesidir. Dışişleri bakanımızın KEI bağlamında Ermenistan'a yaptığı ziyaret, Kafkasya'da ve Karadeniz'de barış ve istikrarın sağlanmasına verdiğimiz önemin somut bir ifadesidir.
BANGLADEŞ'İN UZLAŞIYA İHTİYACI VAR
Son olarak tüm dünyada tepkilere neden olan Abdulkadir Molla'nın idam edilişini siz nasıl değerlendirirsiniz?
Üzücü bir durum. Bütün çabalara rağmen bu infaz gerçekleştirildi. Bangladeş'in bölünmeye ve husumete değil, toplumsal barış ve uzlaşıya ihtiyacı var. Umarız bundan sonra daha sorumlu ve soğukkanlı hareket edilir.
Kaynak : http://yenisafak.com.tr/roportaj-haber/turkiye-iran-sayfasini-hic-kapatmadi-15.12.2013-593421