Bir daha, bir daha kim bilir ne zaman ve nasıl çıkabilirdim Emevi Camii’nin minarelerine. Her bir katı ezeli esintilerle doluydu minarelerin. Ve ben göz kadar ruha da dokunan görüntülere bir değil bin kere bakıyordum. Belli ki, bizden önce kaç on yıldır çıkan olmamıştı bu minarelere. Minare dediğime bakmayın, bu yükseklik ötesi bir durum. Hem, Emevi Camii’ni çıkarın Şam’dan, şehir birden çırılçıplak kalır, anlamsızlaşır, Barada nehrinin suladığı sıradan bir kasabaya dönüşür. İşte ben şimdi, bir yandan gözüm Sultan Abdülhamid’in özel bir stratejiyle yaptırttığı Hamidye Çarşısı’nın çatı kıvrımlarına bakıyor, o kıvrımların son Apollon Tapınağıyla kurduğu tuhaf geçişkenliğini izliyor, ilerde, ufukta, Kasyun Dağı’nın zeytuni ürperişlerini duyuyordum. Kanat dalgasıyla geçen güvercinler ve dipte çok dipte derin ve anlaşılabilir bir uğultu… Şehir, içten içe terliyor, bunalıyor.
Eğer, Richard V. Leeuwen’in anlattığı Emevi Camii’inden yola çıkarak Şam’a varma arzusu taşarsa içinizde, yazarın “kale, mabet ve Pazar; başka bir deyişle dünyevi güç/ iktidar, dini meşruiyet ve iktisadi düzen” paradigmasına kulak verin fakat mutlak bir inana da kapılmayın, derim. Evet doğrudur, benim iki kez gittiğim Şam henüz iç savaşın pençeleriyle kanatılmamıştı. İki uç iktidar adamının biraz da şahsi dokunuşlarıyla tuhaf bir balayı yaşanıyordu ülkeler arasında. Lakin, içe, Babtuma kapısının çevrelediği alanın dışına, içlere, uzağa, pencere önlerine, hamamlara ve çarşılara, belki en çok Navhara kahvesine kulak kabarttığınızda içten kurumuş bir dalın gergin çatırtısını duyuyordunuz. Şam’ın o güzelim restoranlarında, kahvelerinde size ışıyan gözlerle bakanlar, Şam’dan İstanbul’a uzanan bir ruh iklimini de işaret ediyorlardı şüphesiz.
Mutlak iktidarın kalbi
Ne var ki tıpkı çıktığım minarelerden içten içe görüp duyduğum gibi, Emevi Camii her bakımdan mutlak iktidarın kalbiydi. İşte şurada aşağıda ebedi fatih Selahaddin-i Eyyubi’in türbesi vardı. İçerde, Hüseyin’in başı önünde ırlıyordu acemler. Hz. Yahya’ya atfedilen vaftiz taşı, eşsiz mozaikler, ilerilere, Süleymaniye Külliyesi’nden, İbn-i Arabi Türbesine kadar salınıyor ve dipten bir alışveriş halesine bürünüyordu. Kutsallık, yine R.V. Leeuwen’in deyimiyle şehrin içinde, şehrin adına “Mekânsal yapılarıyla ilahi bir modelin taklidine dönüşüyor ve yeryüzü hiyerarşisini belirleyen ilahi düzen içerisine dahil oluyordu.”
635 yılında, Hz. Ömer’in Halifesi Halid bin Velid’in orduları tarafından fethedilen Şam, o vakitten beri hem geçmişindeki inanç ve kültürleri dönüştürüp yoğurmak hem de özellikle Hac güzergâhı üzerinde olmanın stratejik öneminden dolayı iktidar odağı olmayı sürdürdü. Dinin, bütün bu döngüyü kuran sepep olduğu ise sır değil. İslam ordularının Mekke ve Medine’nin yanı sıra, Şam’ı dini alt yapıya dahil etmesiyle şehir dünyevi güç merkezi yanında dindarlık ve dini törenler için de önemli bir odak olmuştur. Richard V. Leeuwen, özellikle Osmanlı dönemi boyunca bu sürecin, vakıf esprisi etrafında nasıl yeniden mayalandığı üzerine yoğunlaşmaktadır.
“Hukuk teorisi ve hukuk kitaplarının dışında tarihsel gerçekliğin bir parçası ve hukuk sistemlerinin ötesinde toplumların maddi ve manevi şartlarının” bir ürünü olan vakıf, Şam ve Emevi Camii örneği üzerinden tarihsel ve kültürel okumaya tabi tutulur kitapta. Dahası yazar, bu kavramı mekân ve iktidar kavramı ile ters yüz etmekte, dünyevi olanla kutsal olanın kazısını yapmaktadır. Nitekim benim, Emevi Cemii’nin ferah şerefelerinde gördüğüm Şam’a hâlâ bu espri hükmetmekteydi.
Şehir ve özelde vakıf tarihiyle ilgilenler için R. V. Leeuwen’in çalışması ufuk açıcı tespit ve yorumları içeriyor. “Şam’ı İstanbul’a bağlayan güç mekanizmaları içerisinde vakıfların işlevini” özellikle araştırıyor. Dahası şimdi kalbi, zorla ve kanata kanata Çin, Rusya ve anlamsız boşluklara çevrilmiş bir şehri, tarihsel bağlamda bir tür düşünce şiiri gibi önümüze koyuyor. Düşünmeye davet ediyor. Nedir elimizden uçup giden bu afra tafra arasında.
Kaynak : http://kitap.radikal.com.tr/Makale/sam-bir-sehir-ki-251876-251876