Entelektüel yayıncılıkta yeni bir açılım.

Sosyolojiyi ciddiye alan bir sosyolog

 Disiplinler Kaosu kitabının amacı, ‘Sosyal bilim nasıl değişir?’ sorusuna bir yanıt geliştirmek. Yazarı Andrew Abbott, sosyolojinin bazen kilitlenmiş gibi görünen bakış açısını genişletiyor.

Andrew Abbott’un Disiplinlerin Kaosu adlı kitabını elinize alıp okumaya başladığınızda, sosyoloji alanındaki disiplinlerin birbirleriyle nasıl genişleyebileceğini hemen fark edebilirsiniz. Ama tabii, burada sosyalbilimleri fraktal bir şekilde ele alan merhum Fransız sosyolog Jean Baudrillard’ı anmamız lazım diye düşünüyorum. 1993 yılında Türkiye’de kendisiyle yapmış olduğum bir söyleşide de belirtmiş olduğu gibi, bazı sosyologlar (Bourdieu’den söz etmekteydi) hâlâ “sosyolojiye inanmaktalar”. Karşımızda sosyolojiyi ciddiye alarak açmaya çalışan ve “ne okuyayım?” diye düşünürken, kendisini Sosyolojide bulmuş olan bir bilimadamı var. Kitabın daha giriş bölümünde tarih ve edebiyat arasında eklektik olarak hareket eden bir Abbott çıkıyor ve diyor ki: “Bilimci mi yoksa hümanist mi olacağıma daha karar veremediğim” bir zamanda, sonunda “ikisi hakkında da öğrenmeye,” karar verdim.” Chicago Üniversitesi’nde sosyoloji dışındaki bir lisansa (Sosyal Düşünce Komitesi’ne) başvuruyor ve evraklar başka yere gittiği için reddediliyor; başvurmadığı bölüm olan Sosyoloji’ye kabul ediliyor (kadere bakın ki!). Sonra da bu bölümü bitirip de bölüm başkanı oluyor (hayat!).

Abbott, biraz aforizmalarla konuşmayı seviyor (bu onun sevdiği bilimsel yanı olsa gerek): “Eklektik bir insan her tartışmayı kaybeder.” Çelişkilerden çıkmayı denemeden reddettiği şeyleri biraz sonra savunabileceğini de ekliyor bu bilimsel paradigmasına (bu sefer sevdiği edebi ve hümanist yönü). Eklektizm arayışı içindeyken entelektüel sınırları silmekle “zamanını geçiriyor” (Bu, Marcel Proust sevgisi: zamanın geçirilmesiyle sonunda edebiyat felsefeye ulaşıyor: sanat keşfediliyor bilimden geçerken). Yorumcu ve pozitivist sosyolojiler arasındaki ayrımları silmeye çalışıyor. “Her şey sosyolojidir”, ayrıma gerek yok. O bakımdan da, zaten kendisine el veren filozof Kant.

Postmodernlerin “eklektizm” anlatısı
Kant’ın saf akıl ve pratik akıl ikilemini aşmasıyla yargı gücünün eleştirisini yaptığı gibi (kitapta Yargının Eleştirisi olarak geçiyor), Abbott da sosyolojinin ikilikleri veya çeşitli alanlardaki ele alınış tarzları arasında bir geçişkenlik sağlamaya çalıştığını hissettiriyor. Adını da koyuyor: “Anlatısal Pozitivizm”. Yani hem kurgu hem de bilim yan yana işlemekte. Ne kurgucu edebiyat sosyologları  ne de bilimsel sosyoloji yapanlar bundan hoşnut oluyor. İki bakışa da ihanet ettiğinden dolayı “nefret edilen bir elebaşı” olduğunu yazıyor. Bu çabaları sırasında bir konferansında onu dinlemeye gelen bir Tarih mezunu, ona “Goffman okumasını” salık veriyor. Abbott, gerçeğin toplumsal olarak inşa edildiğini ileri süren konuşmalarında hep eklektizmi savunuyor. Bir zamanlar postmodernler hep “eklektizm” anlatısı yapmazlar mıydı? Abbott, fraktal ayrımlar üzerine çalışarak Kant’ın felsefedeki başarısını sosyolojiye uygulamaya başlıyor. Sosyal yapılar üzerine “düşünceleri olduğunu” yazan Abbott, küçük ölçekte ve büyük ölçekte sosyal yapıların hep “aynı” göründüğü teziyle antropolojiye yakınlaşıyor. Ama aslında onu ilgilendiren sosyal yapı ve tarih arasındaki ilişkiler.

Kitabın temel hedefinin belli bir “eklektizmi ve görecelilik” biçimini savunmak olarak ele alan Abbott, “sosyolojideki son gelişmeleri anlamının” önemine de değinmeden geçmiyor. Ama bu kitapta sosyoloji alanındaki gelişmelere tepkisini de belirtiyor.

Disiplinler Kaosu kitabının amacının “Sosyalbilim nasıl değişir?” olduğu ileri sürülebilir. Abbott başka bir alan üzerine de yazabileceğini, ama alanının Sosyoloji olması dolayısıyla sosyoloji üzerine yazdığını vurguluyor. Makrokozmos ile mikrokozmos arasındaki ilişki Abbott’un ana fikri. Yalnız 20. sayfada dipnottaki bir noktada dikkat çekici olan bir ifade var: acaba bir tercüme sorunu mu var; böyle bir soru da insanın aklına gelmiyor değil; çünkü “insanın ‘makrokozmos’ evrenin de ‘mikrokozmos” olduğu fikri vurgulanmış. Halbuki genelde makro büyük olan mikro da küçük olan diye düşünürsek burada tuhaf bir cümle çıkıyor karşımıza! Yani, antik Yunan düşüncesinden beri olduğu vurgulanmamış olsa Abbott’un ilginç bir ters çevirme işlemi yaptığı akla gelebilirdi. Ama değil. Abbott, bu bakından, herhalde, ikili bir yapıyı tersyüz etmeden, olduğu gibi alıp, bu ikiliğe ilgi duyduğunu yazmakta: ‘örtük çevre ile pratik ilgi’ arsındaki gelgitler bunlar. Bu anlamda her şeyi birbirine yakın bir hale koymaya kalkarken Abbott sosyolojilerin birden çok olduğunu hatırlatıyor (biraz tuhaf ama amprik, pratik değil, daha evvel vurgulamış olduğu gibi -anlatısal pozitivizm- uygulamalı sosyoloji , kurumlar sosyolojisi ve benzerinden söz etmekte aslında). Bu anlamda sosyolojinin “evrenselliğini” Kantçı anlamda tartışmaya açıyor. Bu, “aralıklı karakteri” olarak tanımladığı hiç bir şeyi dışlayamama özelliğinin olması. Kimi sosyologlar anlatının peşinden gittiği gibi kimisi de bilimsellik pesinde gitmektedir. “Nesnel bilgiyi savunana karşı onu redden, ateşli pozitivist ve düşünümsel (refleksif) yorumcu da vardır.” Buna “aralıklı sosyoloji” adını veriyor.

Fraktal ayrımlar ise Kant’ın yaratmış olduğu akıl çeşitlemeleriyle alakalı olarak ele alınmakta. Aralarındaki ilişkileri anlamak demek ise hem dışsal hem de içsel mekanizmaların aynı şekilde ortaya çıktığını göstermekten geçer: Bu, niteliksel ve niceliksel olarak ayırılmakta. Ancak, Abbott’a göre, niceliksel ve niteliksel olanlar da çatallanmakta ve aralarında niceliksel olanı niteliksel (regresyon) ve niceliksel (ölçeklenme veya kümelenme) ve de niteliksel olan da niceliksel (kültürün biçimsel ölçümü) ve niteliksel (saf yorum) olarak ayrılmaktadırlar. Bu Kantçı bir sosyolojiden başka bize neyi verecektir?

Sorun gelir monizm meselesine takılır
Elimizdeki kitap, bilimsel olan ile antropolojik olan arasında (Marx’ın kardeşleri ve ataları ile mesela Marshall Sahlins’in mücadelesine kadar giden) bir sosyolojiye doğru yakınlaşmaktadır; ancak disiplinlerin birbirleri içine girmesi ve sosyolojinin ayrı ayrı aralıklı dallarının birbirlerinin içine geçmesi sosyolojiyi daha dış disiplinlere açar gibi durmamaktadır. Sosyal yapısal farklılaşmanın kültürel bir yapısallaşmayla paralel gitmesi, farklılaşma biçimleri bilgiye dayalı bir “saflık” içinde pratiğin gelişmesiyle bazen düşüşler bazen ise inişler kaydetmektedir. “Farklılaşma fraktal bir soyağacına dayandığında kaynaklarını tarayarak gelişir” önermesi ise Abbott’un, aslında, anlatısal olarak adlandırdığı pozitivizminin nasıl bir tasnif sepetinden geçtiğini bize düşündürmüyor değil.

Abbott benzer ayrımları stres ikilisi adını verdiği bölümde de gündeme getirmekte: 1914 yılından beri kullanılan bir terim olarak “stres”, sosyolojide “bedene yönelik bir karasızlık ile akla yönelik bir kaygı” arasındaki sıkışmışlıkta kendisini göstermekte. Streste fraktal bir ayrım olmadığına dikkat çekerken Abbott, yeni bir terim önermesinde bulunmaktadır: Yunancadan gelen “sinkresis”tir bu terim. Bu yapıcı ikircilik kavramı özelliğine sahip olan anlamında kullanılmaktadır: Popüler deyimiyle “iki arada bir derede kalmaktır”. Ancak çok da önemli değil, bunlar fraktal ayrımlardır eninde sonunda. Ve tabii ki, sorun gelir ve monizm meselesine takılır.

Anglosakson sosyoloji tarihinin, 20 yüzyıl içinden geçen her türlü tartışmasını anlatan ve anlatımcılar ve bilimselciler olarak hep ayrılagelen tarih sosyologlarından sosyoloji tarihçilerine kadar, çatışmaların ve uzlaşmaların bir akrabalık ilişkilerini seren bir çalışma var karşımızda. Sosyoloji tarihini 1950’lerden beri izini süren bir anlayışla, yeniden yapılandırmak amacıyla sürdürülen bu çalışma sosyolojiye olan inancın yeni bir versiyonu olarak durmakta. Burada, kazananların ve kaybedenlerin fraktal ayrımlarındaki çatışmalar ve uzlaşmalar anlam kazanmaktadır. “İnsanın kendi disiplinini farklı görmesini” sağlayan disiplinlerarasılığı öne çıkartan bir kitap olduğu kuşkusuz bir yandan; ama diğer yandan da sosyoloji tarihindeki bunca çatışmayı hatırlamak için ölçümlere ve diyagramlara dayanan bir sosyolog olmak lazım. Son iki “spekülatif bölüm” ise fraktal ayrımlar kuramının ileriye götürüldüğünde ne olacağı ile ilgili. Abbott burada “bilinmeyene doğru” gitmek istediğini vurguluyor.

Son bölümün ismi kitapta sanki tuhaflık yaratmıyor değil: “Erkeklerin Bencillikleri” ahlaki bir sorun olarak ele alınmaktadır. Abbott bunun biyolojik değil kültürel bir söylem olarak ele alındığında anlamlı olduğunun altını çizmektedir. Sorusunun cevabı ise “Hayır”dır. Bu bölümdeki en ilginç hikâyelerden biri, herhalde Abbott’un gençliğinde çalıştığı bir akıl hastanesinin içindeki olaylardı: hastalar birbirleriyle dövüşüyor, birbirlerine tecavüz ediyorlardı (“koşulların iğrenç” olduğunu yazıyor Abbott). Ancak bir hastanın, diğer akıl hastası kadınları arabanın bagajında kaçırıp bir motelde kerhane işletmeye başlamasıyla biten anlatı pozitivist olmasa bile amprik bir veri olarak okunmakta kitapta! İç dünya için tuhaf gelemeyen bu durum dış dünya için başka bir anlama sahipti: Bir fark dünyası. Fraktal sistemler de ahlak dünyası da benzer bir şekilde yeniden bir parametreleştirme işlemi görülmektedir diye yazan Abbott, ahlaki sınırlara yaklaştığında olayların daha aşırı hale geldiğini vurgular. Bu bölümde Kantçı olarak adlandırabileceğimiz bir ahlak önermesi geliştiren Abbott’un yaklaşımı normatif olanlardan uzaklaşmış bir sosyalbilimler veya sosyoloji önerisidir. Akademinin soyut ve biçimsel bir tasvirini yaptığını söyleyen Abbott’un çalışması sosyoloji alanın bazen kitlenmiş gibi duran bakışını açmaya doğru taşımakta.

Baudrillard’ın anısını burada bir kez daha saygıyla anarken, yine de sosyolojiyi ciddiye alan bir sosyologla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatabiliriz. Ama ciddiyet eğlenceyi dışlamıyor; çünkü “öğrenciler bu fraktallar şehrinden  geçtiklerinde, yirmi yıl sonra arkadaşlarına göstermek üzere satın aldıkları hediyelik eşyalar gibi sosyolojik bilgiyi” alacaklar. 

“Aniden güneşle aydınlanan bu bomboş avluda (...) şimdilik sabahın manzaralarını hatırlayayım sessizce.”

DİSİPLİNLERİN KAOSU
Andrew Abbott
Çeviren: Sabri Gürses
Küre Yayınları
2013, 315 sayfa, 28 TL.

Kaynak : radikal kitap eki